Anne’m

Anne’m Gönül, 2 Temmuz 1941 tarihinde Akşehir’de doğdu.

Kızların okula gönderilmediği bir dönemde Fransızca bilen annesi Sulhiye ve Topçu Albay olarak emekli olan Celal Özdaryal’in kızı olarak yetişti. Soldan sağa: Gündüz (28/08/1944-18/11/2005) dayım, Sulhiye anneannem, annem, Gökalp (Gökalp (1948-29/09/1984) dayım ve Celal dedem

Yokluktan ve yoksunluktan yılmadı, Konya Kız Öğretmen Okulu’nu bitirdi.

İlk görev yeri olan Adsız Köyü’nde, henüz 19 yaşında genç bir öğretmen olarak öğrencileri ile buluştu.

Cumhuriyet Kızı olarak öğrencilerine öğretmenliğin yanı sıra liderlik de yapabilmek için izci oldu.

Babam İrfan ile yolları kesişti, 4 Temmuz 1962 tarihinde evlendiler, Eskişehir’e gelin gitti. Ben orada, Eskişehir Devlet Hastanesi’nde doğan ilk bebeklerden biri olarak dünyaya geldim.

Kendi başıma oturamayacak kadar küçükken annemdi beni tutan… Kendi başıma oturabilecek kadar büyüdüğümde de annemdi hep yanı başımda olan…

Berberde ilk traş, stüdyoda ilk fotoğraf çekimi bizim bir müthiş birer deneyimdi. Her seferinde de yanımızda annem vardı.

Kardeşim Aydın da İstanbul’da doğdu. Güzel bir çocukluk yaşadık, annem her zaman arkadaşımız gibiydi… Çok küçüktük, emeklerken yanımızdaydı… Çocuktuk, oynarken de yanımızdaydı…

Yıllar geçti, biz büyüdük. Sıradan bir hayatımız vardı, bir arada mutluyduk…

Türkiye’de turizm yatırımlarının öncüsü olan Emekli Sandığı’nda çalışan babamın görevi sebebi ile doğduğum Eskişehir’de, ilkokula başladığım Ankara’da, kardeşimin doğduğu İstanbul’da ve orta eğitimimizi tamamladığımız Bursa’da yaşadık. Sonra yine İstanbul yolu gözüktü. Önce ben yüksek eğitimim (İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü) için İstanbul’a geldim. Kısa bir süre sonra da kardeşim eğitimi (İstanbul Teknik Üniversitesi, Çevre Mühendisliği) için annem ve babam ile İstanbul’a taşındı.

O dönem ailede yaprak dökümü başladı, beklenmedik kayıplar ardarda geldi. Annemin küçük erkek kardeşi, sevgili dayımız Gökalp vefat ettiğinde anneannem sağdı. Biz askerlik görevlerimizi yaparken, 26 Nisan 1989 tarihinde babam vefat ettiğinde de babaannem hayattaydı. Üzücüdür ki her ikisi de evlat acısı yaşadı. Gerisi geldi, Kurtuluş Savaşı döneminde bir ara başkent olması gündeme gelen Akşehir’de sözü geçen Çakırağa soyundan gelen annem dışında kimse kalmadı.

İnsanın doğup büyümesi tamam da göçüp gitmesi hala içime sinmeyen bir konu. Annemle birlikte geçireceğimiz vakitler, yapacağımız sohbetler vardı. Olmadı, hepsi yarım kaldı. Eksikliğinle ben de eksildim. Aynı masada oturmak, birlikte iki lokma yemek için neler vermezdim.

Annem yaşamımdaki en güzel varlıktı, ilk öğretmenimdi, en iyi arkadaşımdı. O gitti, geride büyük bir boşluk kaldı. Sarılmak istediğimde yokluğu, elimi uzattığımdaki boşluk ile yıllar geçti. Kâh geride kalan fotoğraflarla avunmaya çalıştım, kâh muhabbetlerimizi yad ettim. Yaşamım boyunca karşılaştığım her zorluğu aşmama, her müşkülü halletmeme nasıl yardımcı olduğunu hatırlamaktan bir gün bile vazgeçmedim.

Benim yaşlarımda olanlar için bayramlar ve bayram günleri, özellikle de ilk gün en yeni olması şart değil ama en temiz elbiselerin giyildiği günlerdi. Bayram sabahları gözlerimizin içinin güldüğü sabahlar olurdu, bir türlü yataktan kalkamamak diye bir durum söz konusu bile değildi. Bayram kutlaması her küçüğün kendinden büyüğün elini öptüğü bir ritüeldi, kimse televizyonu açıp karşısına geçmezdi. Bayram harçlığı karınca kararınca olurdu ama bereketi ile gelirdi, her şeye yeter, hatta artardı. Bayram tadı küçük ama evdeki en güzel kaseye konan şekerlerdi, çikolatalardı ama gelecek misafirlere de kalsın terbiyesi ile birer tane ile yetinirdik. Bayram sofrası ise ekmeği, peyniri, çayı, domatesi ile son derece mütevaziydi. Tabağımızda yenmemiş yiyecek, kalmış omlet, yarım bırakılmış lokma olmazdı. Haaa bir de sofralarda baba olurdu, anne olurdu, çocuklar olurdu herkes aynı zamanda oturur “afiyet olsun” denmesini beklerdi, hiç kimse aklına estiğinde masayı işgal etmez, bir başına oturmazdı. Bayramlar büyüklerindi ama küçükler kutlardı. Büyükler göçüp gidince bayramların da tadı kalmadı sanki. Yavan birer tatil günü haline geliverdiler. Geride o geçmiş günlerin hatıralarıyla, anılarıyla, özlemleriyle bayram edenler kaldı

Ne o sevinçler var şimdi, ne de o coşkular; hepsi çekip gittiler… Bir an geldi, bayramlar da sessiz sedasız bitiverdiler..

Annem, çok zarif bir kadındı. Birleştirici, uzlaştırıcı yanı ile çevresinde pek çok insana dokundu. Onlara moral verdi, yol gösterdi, yeri geldi ablalık yaptı. Yaşamı boyunca çok sevilen, sayılan, sözüne itibar edilen bir kadın oldu.

Her yeni bir şey öğrendiğimde seni anıyorum, yolumu aydınlattığın için şükrediyorum. Umarım ulaşıyordur bu şükürlerim, minnet duygularım.

Doğum günleri hep sevdim. İnsanın kendi seçmediği ama ömür boyu da yanından ayırmadığı bir tarihtir. Yaşam, koşulların getirdikleri ile yılların götürdüleri arasına sığıyor. Dünyaya gelenler ile göçüp gidenler de bunui doğruluyor. Sevindiren başlangıçlar ile hüzün veren sonlar da işin cabası… Bu enstantane de o doğum günlerinden birine ait. Artık yıllardır kutlayamadığımız bir gün olsa da aklımızda ve kalbimizde olduğu bir gün haline geliverdi.

En güzel kahvaltı masası insanın annesi ile oturduğudur; peynir+ekmek olur ziyafet gibi gelir. En güzel rakı sofrası da annen ile oturduğundur, her lafı doyulmaz bir muhabettir. Senin yolunu bekleyen en güzel insan da annendir, sakince bekler ve sadece bekler. İnsanın dans ettiği en güzel ve muhtemelen ilk kadındır annesi, müzik hiç bitmesin istersin… Ama gün gelir müzik durur, sesler kesilir, ışık söner. Ne sofradan tad alırsın, ne de masadaki muhabbetten. Çay bile tatsız gelir, elin bardağa gitmez, yıllardır o günün ağız tadı kaçmasın diye elini bile sürmezsin, süremezsin…

Anne’m ile az yazışır, çok konuşurduk. Sesini duymak iyi gelirdi, yüzünü görmek huzur verirdi şimdi hayali ve son mesajının ekran görüntüsü ile avunmak, zor hem de çok zor… O da her zaman yüz yüze olmayı severdi sevmesine ama genelde uzaklarda olduğum için cep telefonundan mesaj almayı yollamayı da çözdü. Sık yazmazdı, her mesajında ne kadar özlediğimi düşünür, burnumun direği sızlardı.

Annesizlikte, giderken uğurlayanın gelirken de karşılayanın yokmuş gibi hissedersin. Her şey yavanlaşır, bildiğin her şey anlamsızlaşır, kendine bile yabancılaşır insan. Geriye sadece biraz toprak ve içindeki boşluğu anlatan bir avuç taş kalır. Bilirsin ki ömrü bitmiştir, bilinmeyen yerdedir ama sen bir türlü kabullenemezsin. İsyan da edemezsin, çaresizlik içinde öylece kala kalırsın, onun da adına “sabır” derler…

Hiç kimsenin üzemeyeceği kadar güçlü, hiç kimseyi üzmeyecek kadar iyi ve şefkatli olan anne’m, 14 Şubat 2013 tarihinde veda edip gitti.

Annemden çok uzaktayım ama biliyorum ki o hep yanımda

Kâh içimde, kâh ben ondan bir parça…

Akıl sorsam sol yanımda, duygulansam sağ yanımda,

Dün için arkamda, yarın için önümde sadece bugünümde yok!

Bazen sabırla bazen de isyanla geçse de günler, “bitsin” dediğim çok oluyor anne’m…

Sonra sayılı gün bitti, anne’m gitti, geride biz kaldık…

Anılar ve fotoğraflar dışında elimizde hiç bir şeyin olmadığı, annesiz günler başladı. O gün öğrendim yaşamın ne kadar değerli olduğunu ve ölümün ne kadar acımasız bir öğretmen olduğunu. Kardeşimin ve benim ilk öğretmenimiz olan annem son nefesiyle bile bize ne çok şey öğretti.

Ciddi sağlık sorunları vardı, baş tacımız olduğunu bildiği halde bana ve kardeşime yük olmak en büyük endişesiydi. Durumu ağırlaştı, kalbi yetmez oldu, kardeşim hastaneye kaldırdı. Ben de İstanbul dışındaydım, ertesi günün sabahında gelebildim.

Günler günleri kovaladı, gözleri kapalıydı ve bizi görmüyordu ama varlığımızı hissettiğin inanıyorduk. En küçük hareketi umut oluyor, ama o gözleri bir türlü açılmıyordu. Modern tıp yanı sıra her kapıyı çaldık, çaresizlik için de hiç durmadan çare aradık. Her şeyden medet umduk. Haftalar haftaları izledi, ne O bizi bırakabildi ne de biz O’nu.

Araf’ta kaldı…

Sessizce vedalaştık, usulca yolcu ettik, O da yoğun bakımdaki yatağından ve bağlı olduğu onca cihazın arasından sıyrılıp ebediyette göçtü… Babası, annesi ve çok sevdiği kardeşleri ile buluştu…

Ana’cım, biliyorum ki zamanın durduğu, güneşin olmadığı yerde olsan da yine de her zaman içimdeki ışıksın… Aklımdasın, fikrimdesin, kalbimdesin, her zaman başköşemdesin…

Herkesin annesi bir tanedir, her anne şahanedir, varlıkları da en büyük hediyedir. Paylaştığınız ve birlikte geçirdiğiniz anlarınız vardır, hepsi de hızla gelir aynı hızla geçer ama anılar baki kalır. “Kişi son kez anıldığı güne kadar geride bıraktıkları ile birliktedir, anılmıyorsa unutulmuştur, unutulduysa işte o zaman ölmüştür” anlayışına inanırım. Annemi her an anıyorum, anıyoruz…

Yoksunluk insanın boğazında düğümlenir, ağız tadı gider ve bir buruk tad kalır. Bu gün de “iyi ki annemdi” diyerek anılarımızı birer birer yad ettiğim, yıllardır yokluğunun burukluğu ile başa çıkmaya çalıştığım bir gün…

Yaşam bir elbisenin etiketindeki semboller gibidir. Ne yapılacağı kadar ne yapılmayacağını anlatır o simgeler. Suyun sıcaklığı, deterjan kullanılıp kullanılmayacağı, akla ne geliyorsa ve de ne gerekiyorsa. Ben o etiketi hep “annene sor, ne yapılacağını en iyi o bilir” diye okudum. Hala da öyle okumak istiyorum! İnsana karmaşık gelen konuların halli aslında çok basit, ya soracağın annen olacak ya da anlamak için sabrın. İkisi de yoksa işin zor. Evlatsızlık mesele değil de annesiz evlat olmak çekilir gibi değil.

Nurlarda yat ana’cım, her zaman aklımda her zaman gönlümdesin…